Mevcut hukuki düzenlemeler “keyfi tutuklama ve gözaltı”yı yasaklamakta ve bireylere mahkeme önünde tutukluluğuna veya gözaltına alınmasına yönelik karara itiraz etme hakkını öngörmektedir, ancak birçok güvenilir rapor, hükümetin her zaman bu şartlara uymadığını göstermektedir.
Ulusal ve uluslararası insan hakları örgütleri, gözaltındaki kişilere yönelik “işkence ve insanlık dışı muamele” olduğuna dair ciddi kanıtların bulunduğunu ancak hükümetin bu tür kötü muamele uygulamalarına karşı herhangi bir önlem almadığını rapor etmişlerdir.
Devam eden olağanüstü hale dayalı olarak çıkarılan KHK ile cumhuriyet savcılarına, “herhangi bir suçlama olmaksızın bireyleri 30 güne kadar gözaltında tutma ve ilk beş gün boyunca gözaltındaki kişi ile avukatının görüşmesine izin vermeme” yetkisi verildi. Yine çıkarılan Kararnameler, savcılara, “avukat-müvekkil ayrıcalığını askıya alma, konuşmaları gözlemleme ve kaydetme hakkı“nı öngörmektedir.
Terörle bağlantısı olmayan davalar hükümet tarafından “savunma avukatlarının sindirilmesi” amaçlı kullanılmaya başladı. Örneğin, Ekim ayında polis, 2014 yılında Soma ilçesinde meydana gelen ve 301 madencinin ölümü ile sonuçlanan dava üzerinde çalışan altı avukatı terör örgütüne üye olduğu iddiası ile gözaltına aldı. Eleştirmenler ise, tutuklamaların dayanaksız olduğunu, siyasi açıdan hassas bir dava üzerinde çalışan avukatların susturulmasını amaçladığını iddia etti.
Tutuklanan Avukatlar Girişimi’ne (ülkede yasal haberleri izleyen) göre, 15 Temmuz darbe girişiminden beri 570 avukat tutuklandı. 22 Aralık itibari ile ise, halen 1400 avukat hakkında kovuşturma olduğu belirtilmiştir.
25 Ağustos 2016 tarihli OHAL kararnamesi ile CMK’nın 102 maddesinin ikinci fıkrasına yapılan ek ile “devletin güvenliği, anayasal düzen, milli savunma, devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk suçları ile Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlarda azami 3 yıl olarak uygulanan tutukluluk süresinin 7 yıla kadar uzatılabilmesinin önü açılmıştır.”
Avukatların gözaltında tutulan müvekkileri için olağanüstü halin getirdiği tüm sınırlamalara karşın Sulh Ceza Hakimliği’ne duruşma öncesi itiraz etme hakları bulunmaktadır. Ancak Sulh Ceza Hakimliği kararına karşı itirazın bir üst mahkeme tarafından değerlendirilmesi gerekirken itiraz aynı derecede sıralı diğer Sulh Ceza Hakimliğince değerlendirilmektedir. Mevcut bu düzenleme genel hukuk ilkelerine aykrı olmakla avukatlar tarafından haklı olarak eleştirilmektedir.
Davanın taraflarının yargılama aşamasında insan hakları ihlallerine karşı doğrudan Anayasa Mahkemesi’ne başvuru hakları bulunmaktadır. Ancak “Anayasa Mahkemesine çok sayıda başvurunun yapılmış olması dolayısı ile başvuruların öngörülen süre içerisinde incelemesi mümkün olmamaktadır.”
Mevcut hukuki düzenlemelerle yargının bağımsızlığı güvence altına alınmış ise de, eleştirmenler uygulamada, “yargının üzerinde yürütmenin büyük etkisinin olduğunu” iddia etmektedirler. Nisan ayında yapılan referandumda seçmenler tarafından kısmi bir şekilde kabul edilen anayasa değişiklikleri, yargı bağımsızlığının daha da azalması ile sonuçlanan bir neticeyi doğurdu. Referandum sonucu yapılan değişiklikler bir kısım yetkilerin yanı sıra, Cumhurbaşkanlığı Makamına ülkenin en kıdemli yargıçlarının yarısını atama ve parlamentoyada diğer yarısını tayin etme yetkisi verdi. Eleştirmenler, Cumhurbaşkanı ve meclisteki çoğunluk partisinin aynı partiden olması halinde, tek bir partinin tüm hakimleri en yüksek mahkemelere atayabileceğini belirtmektedirler. Değişikliklerle Yüksek Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) yeniden adlandırılmış, yapısal bir kısım değişikliklere gidilmiş, Cumhurbaşkanı ve iktidardaki AKP’ye (Adalet ve Kalkınma Partisi) hakim ve savcıları görevlendiren en üst yargı organına başka bir üye listesi atamasına izin verilmiştir. Eleştirmenler tarafından “anayasal değişiklikler sonrası sorunlu bir hal alan HSK’nın yapısının özellikle Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra 4 bin yargıç ve savcının görevden alınması sonrasında dahada sorunlu bir hal aldığı“nın altı çizilmektedir.
Anayasada, hakimler ve savcılar için güvence sağlayan bir dizi hükümlere karşın, hâkimlerin ve savcıların kariyerleri, atamaları, yolluk işlemleri, terfileri, ihraçları ve disiplin işlemleri (HSK, eskiden HSYK) yoluyla denetlenmektedir. HSK eliyle kullanılan bu geniş yetki, hakimler ve savcıların tarafsız bir şekilde karar verme sürecine etkide bulunmaktadır. Yine bir çok dava bakımından bu durum hâkimlerin ve savcıların devletin çıkarlarına öncelik verme eğilimini ortaya çıkarmakta ve ceza kanunlarının tutarsız bir şekilde uygulanmasına yol açmaktadır. Eleştirmenler tarafından, HSK eliyle kullanılan ve son derece sübjektif olarak nitelendirilen bu yetkilerin yargılama makamları üzerinde politik bir turnusol kağıdı olarak kullanılabileceği yönünde endişeler dile getirilmiştir.
“Yargı, Gülen hareketi ile suçlanan yargı mensuplarının görevden uzaklaştırılması, gözaltına alınması veya meslekten ihraçları dolayısı ile yargı bağımsızlığını keskin bir şekilde sınırlandıran bir dizi zorlukla karşı karşıya kaldı.”
Gözlemciler, “hükümet, Gülen hareketi ile ilgili davalarla ilgili olanlar da dahil olmak üzere, bazı durumlarda yargı sürecine müdahale etti” iddiasında bulundu. 3 Nisan’da HSK, Gülen’e bağlı olmakla suçlanan 29 gazeteciden 21’inin serbest bırakılmasını emreden davaya bakan hakimlerin açığa alınmasına hükmetti. Tahliyelerine karar verilen 21 kişi ise aynı gün haklarında açılan bir başka soruşturma ile serbest bırakılma işlemleri gerçekleştirilmeden yeniden yakalandılar. Gözlemciler, kararı veren hakimlere yönelik açığa alma işlemi ile salıverilen kişilerin yeniden yakalanmasına yönelik işlemin hükümet yanlısı bir sosyal medya kampanyasının ardından geldiğini kaydetti. Bazı gözlemciler bu hareketi, hükümetin beklentileri doğrultusunda karar almayan yargıçlara uyarı olarak yorumladılar.
“Hükümet aynı zamanda kamuoyunun yakından takip ettiği sanıkları temsil eden bazı savunma avukatlarını da hedef aldı.” 12 Eylül’de polis, iki eğitimciyi temsil eden avukatların İstanbul ve Ankara ofislerine baskın düzenledi. Nuriye Gülmen ve Semih Özakca isimli iki eğitimci, tutuklulukta iken açlık grevine başlamışlar ve protestoları önemli ulusal ve uluslararası medyanın ilgisini çekmişti. Polis operasyonu iki eğitimcinin Ankara’da planlanan duruşmalarından iki gün önce yapılmış ve baskında avukatların ofisinde bulunan belgelere el konulmuştu.
15 Eylül’de Ankara polisi, ana muhalefet partisi (CHP) lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun avukatı Celal Çelik’i Gülen hareketiyle ilgili soruşturma kapsamında gözaltına aldı. Eski bir Yüksek Mahkeme yargıcı olan ve Gülen’i açık sözlülükle eleştiren Çelik’in gözaltı nedeni Digiturk aboneliğinin iptali olarak belirtilmişti. Yetkililere göre, Gülen hareketine bağlı bir kısım kanalların Digitürk platformundan çıkarılmasından sonra, Fethullah Gülen taraftarlarına bu platforma olan aboneklilerinin sonlandırılması talimatını vermişti. Bu varsayımdan hareket eden kamu otoriteleri “belirli bir tarihten sonra Digiturk kablo aboneliklerinin iptalini Gülen hareketi adına bir eylem olarak değerlendirmek sureti ile bu durumu işten çıkarmaları ve tutuklamaları meşrulaştırmak için bir kriter” olarak kabul etmişti. Eleştirmenler ise, Çelik’in gözaltına alınmasını Kılıçdaroğlu’na baskı veya gözdağı verme girişimi olarak gördü.
Türkiye’de hakim ve savcıların meslek öncesi eğitim ve daha sonrasında göreve atanmalarına ilişkin mevcut düzenlemeler sorunlu bir ceza adalet sistemini beraberinde getirmektedir. Hakim ve savcıların HSK tarafından mesleğe kabullerinden önce Adalet Akademesi’nde birlikte staj yapmaları, atanmalarından sonra aynı çalışma alanı içerisinde “sık sık bir araya gelmeleri, aynı ofis alanını paylaşmaları, aynı mahkeme salonunda uzun yıllar çalışmaları, her iki meslek grubu arasında pozisyon değişikliğinin mümkün olması ve zaman zaman kullanılması” ayrı ayrı konumlanması gereken bu iki müessese arasında yakın bağlantıların kurulması ile sonuçlanmıştır. Avrupa Komisyonu da dahil olmak üzere gözlemciler, bu durumun ceza davalarında uygunsuzluk ve adaletsizliğin ortaya çıkmasına yol açtığını iddia etmişlerdir. Adalet Bakanlığı yetkilileri ise, mevcut durumun hâkim ve savcıların HSK tarafından farklı yerlere düzenli olarak atanması suretiyle ortaya çıkabilecek sorunları önlemeye matuf olarak tasarlandığını ileri sürmüşlerdir. Ayrıca bir kısım insan hakları dernekleri ile barolar tarafından, savunma avukatlarının savcı meslektaşlarından genellikle daha az bir eğitim aldıkları ve asgari bir uzmanlık düzeyini kanıtlamak için mevcut bir sınavın da buunmadığını belirtilmiştir.
Bir hak olarak yasada masumiyet karinesine ve sanığın kendisini duruşmada hazır bulunmak sureti ile savunma hakkına ilişkin düzenlemeye yer verilmesine karşın, kamuoyunu yakından ilgilendiren bir çok davada mahkemelerce sanığın savunması video konferans sistemi ile gerçekleştirilmektedir. Dahası hakimin kovuşturma evresinde müdaafilerin dosyaya erişim hakkına sınırlama getirmesi de mümkündür.
“Davada karar hakim ya da hakimler kurulu tarafından verilir”. Duruşma küçüklerin sanık olduğu davalar dışında genel olarak kamuya açıktır. Ancak yapılan yasal düzenlemelerle, devlete karşı işlenen suçlarda güvenlik gerekçesi temeline dayalı olarak “duruşmaların gizli yapılması esasına dayalı” bir yaklaşım ortaya konulmuştur. Yine iddianameler, dava özetleri, yargılama aşamasında yapılan işlemler, sanık savunmaları, dosyanın geldiği aşama ve verilen kararlara davanın tarafları dışında kalan kişilerce ulaşılmasını zorlaştıran düzenlemeler ile davanın tarafları dışında dosya ile ilgili bilgi edinilmesini zorlaştıran bir durum ortaya çıkmıştır. Bu düzenlemelere dayanarak siyasi açıdan hassas olan bazı davalarda yargıçlar duruşmaların gizli yapılmasına, “yerel veya uluslararası grupların bazı davaları gözlemlemeden men edilmesine” ve davada yer alan avukatların dosyadaki bilgi ve belgelere sınırlı erişimi şeklinde kararlar vermişlerdir.
Sanığın, duruşmada hazır bulunma ve zamanında bir avukata başvurma hakkı yasa ile güvence altına alınmıştır. Gözlemciler, özellikle kamuoyunu yakından ilgilendiren davalarda, mahkemelerin sanıklara bu haklarını kullanma hakkı vermediklerini kaydetti. Örneğin, 2016 darbe girişiminin ardından olağanüstü hal kararnamesiyle görevinden alındıktan sonra açlık grevine başlayan bir akademisyen olan Nuriye Gülmen, bazı duruşmalar için “mahkeme salonuna getirilmedi”. Benzer bir şekilde, yetkililerin kamu düzeninin korunması gerekçesini dikkate alan mahkemece “halen tutuklu yargılaması devam eden Kürt yanlısı HDP eş başkanı Selahattin Demirtaş’ın 7 Aralık’ta yapılan duruşmasında mahkeme salonunda hazır bulundırılmasına gerek bulunmadığına karar verilmiştir“.
Sanık, ceza davalarında hukuki temsil hakkına sahiptir ve eğer müdafii yoksa talebi halinde giderleri kamu tarafından karşılanmak üzere kendisine baro tarafından bir avukat atanması zorunludur. Sanık ya da müdafiinin tanıklarını sorgulama hakkı bulunmaktadır. Ancak bu hakkın yargılama aşamasında kullanılması doğrudan tanıklara soru yöneltilmesi şeklinde gerçekleşmemekte, soruların hakime sunulması aşamasıdan sonra hakimin uygun görmesi halinde tanığa sorunun yöneltilmesi biçiminde kullanılmaktadır. Yine davanın tarafları ile müdaafilerinin dosyaya tanık ve kanıt sunma hakları bulunmaktadır. “Özellikle ulusal güvenlikle ilgili davalarda ise sıkça gizli tanık” dinlenilmesi yoluna gidilmektedir.
Gözlemciler, hükümetin “iddianamelerin temelini oluşturması gereken delillendirme aşamasını oluşturmayı başaramadığını” ve bunun sonucu olarak Gülen hareketi ya da bu harekete destek verenler ilgili terör suçlaması ile açılan davalarda verilen kararların yeterli kanıta dayanmadan verilen kararlar niteliğinde olduğunu belirtmektedirler. Bu durumun ceza yargılamasının temelini teşkil eden yargılama prosedürlerinin tam olarak yerine getirilmemesi ve delillendirmenin yapılamaması nedeni ile endişeleri artıran bir durum olduğu vurgulanmıştır. Örneğin bu nitelikte çok sayıda mahkeme kararında, “sadece akıllı telefon uygulaması ByLock’un kullanımı, terör örgütü için iddia edilen destek veya üyeliğin tek kanıtı olarak gösterilmiştir.”
“Siyasi mahkumların sayısı” konusunda yetkililer bir kayıt yoluna başvurmadığı için bu durum halen bir tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Kasım ayında medyada yer alan haberlere göre, Adalet Bakanlığı, “62.669 mahkumun terörizmle ilgili suçlarla suçlandığını” bildirmiştir. Bazı gözlemciler, bu kişilerin çoğunu siyasi mahkumlar olarak gördü ancak hükümet tarafından bu duruma sert bir şekilde itiraz edildi.
İnsan hakları dernekleri “terör ile bağlantılı gösterilerek yapılan bir çok tutuklamanın” aslında eleştirel sesleri susturmak ya da başta Kürt yanlısı HDP ya da kardeş partisi DBP olmak üzere iktidardaki AKP’ye karşı siyasi muhalefeti zayıflatmak için yapılan tutuklamalar niteliğinde olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu dönemde anti terör yasaları ve OHAL kanunları ile verilen olağanüstü yetkiler kamu otoritelerince medya şirketlerinin, hayır kurumlarının, işletmelerin, Kürt yanlısı grupların ve Gülen hareketiyle ilintili olduğu iddia edilen “bireyleri gözaltına almak ve malvarlıklarına haksız bir şekilde el koymak için” kullanılmıştır.
Basında yer alan ve güvenilir kaynaklara dayandırılan haberlere göre, terörizm suçlaması ile tutuklanan bazı kişilerin cezaevinde kötü muameleye maruz kaldıkları, bu bağlamda özellikle hücrede tutulan kişilerin açık havaya çıkmak ve hücre dışında yapılması gereken faaliyetlerine ciddi kısıtlama getirildiği, mesleki çalışmalar yapılmasına engel olunduğu, kütüphane ve medya iletişim araçlarına erişiminin engellendiği, tıbbi müdahalenin zamanında yapılmadığı ve bazende müdahale yapılmaktan kaçınıldığı belirlenmiştir. Yine basında çıkan haberlerde, terörizmle ilgili suçlarla tutuklanan kimselerin aileleri ile görüşmelerinde cezaevi yönetimince sınırlamlara gidildiği, bu kişilerin yakınlarının cezaevi girişinde keyfi aramalara ve aşağılayıcı muamelelere tabi tutulduğu yer almıştır.
Yine gözlemcilere göre, “OHAL kararnamelerine dayanarak yapılan yargıdaki tasfiyelerin bir sonucu olarak” yargının iş yükünde ciddi artış gerçekleşmiş, bu durum ise davaların makul bir sürede sonuçlanmasını zorlaştırmıştır.
Hükümet tarafından kamu görevinden ihraç edilen on binlerce kişi AİHM”ne başvurdu. Ocak ayında hükümet, görevden alınmış memurların başvurularını karara bağlamak için “Başbakanlık OHAL İncelemeleri İşleme Komisyonu”nu kurdu. Mayıs ayında kurulan komisyon, Temmuz ayında başvuruları kabul etmeye başladı ve Eylül ayı itibari ile başvuru sayısı 102.000’e ulaştı. AİHM ise, Temmuz ayında kurulan Komisyonu tüketilmesi gereken bir iç hukuk yolu olarak değerlendirmek sureti kendisine yapılan başvuruları geri çevirdi. Aralık ayı sonlarında komisyon, sınırlı sayıda davada ilk kararlarını yayınladı. Eleştirmenler, komisyon sürecinin “şeffaf olmaması, yavaş işlemesi ve bireylerin dosyada kendileri aleyhine ileri sürülen belge ve bilgilere ulaşamaması, lehine delilleri ortaya koymasına imkan verilmemesi” gerekçesiyle bu yolun etkin bir yasa yolu olmadığını ileri sürdüler.
HRA’ye göre, darbe girişimiden sonra çıkarılan OHAL kararnamelerine uygun olarak, “116.000’den fazla kamu çalışanı görevden uzaklaştırıldı ya da açığa alındı; 4,000’den fazla hâkim ve savcı görevden alındı; 49 özel sağlık tesisi kapatıldı; okullar, özel dershaneler ve yurtlar da dahil olmak üzere 2.300’den fazla özel eğitim kurumu, 15 özel üniversite ve 19 sendika ve ticaret konfederasyonu, 187 medya şirketi ve yaklaşık 1.600 dernek veya vakıf kapatıldı. ”
Source: